25 Şubat 2014 Salı

söğütler yeşiller sürgünler... hayaller.. canıtın.. ve diğerleri..

yolumun üzerinde bir söğüt varmış meger.. 
ve yeşermeye başlamış..

hiç dikkat ettiniz mi bilmem..
söğütün yaprakları ilk çıkmaya başladığında..
pirinç tanesi gibidir.. dal boyunca dizilir..
boyuna bosuna bakmadan.. 
tutar dalların arasından geçen ışığı yeşertir..

öyleydi söğüt bıraktığımda..
gün ışığını yeşertecek kadar büyük..
dikkatle bakmayanın görmeyeceği kadar küçük..

bir sonraki görüşmemiz onbeş gün sonra olacaktı..
yol boyunca anlattım ışığı nasıl güzelleştireceğini..
gövdenin dibine yerleştirip sandalyelerimizi..
tepeden deniz manzarasına karşı içeceğimiz ilk kahveyi..
eve tepeden merdivenlerle iniliyordu..
en önden koşturdum.. merdivenlerden aşağıya..
elimde anahtarlar..
hemen açıp hemen kettle'a basıp hemen söğüt altı keyfi yapacaktım..
yapacaktık..

eve ulaşmaya bir kaç basamak kala..
  söğüt görüş alanıma girdi..

girmez olsaydı..
budamışlardı söğütümü..
bahçemin nazlı ağacını..
yetim traşı gibi.. 
gövdeye yakın yusyuvarlak bir kahkül kalmıştı dallardan geriye..

oysa söğüt yerlere kadar eğilir ..
ince dallar tül perde gibi iner.. 
hayalimde o dallar arasında süzülen yeşil gün ışığı vardı..
artık yok.. onlar söğütü budamadılar..
hayalimi budadılar..
hiç bahçede oturmadım o haf.ta sonu..
hiç bahçeye bakmadım camlardan..
hiç bahar gelmemiş gibi davrandım hep..
içim üşüyüp durdu.. 
hiç ısınamadım..

sonra.. yıllar sonra..
e ama sen de hiç gelmiyorsun evine dediler..
dedim .. o söğütü budadığınız gün bitti içimde sevgisi o evin..

söğütün ilk yeşerdiği zamanları bilen var mı aranızda..
yaprakları pirinç kadarken..
utanmadan tutup gün ışığını yeşile dönüştürme gücü olduğunu farkeden var mı.. 
bir dalın kesilip yere atılmasının insanı ne kadar incittiğini..
hayallerini unufak ettiği peki..

söğütün narin haliyle bulaşıcı yeşerticiliğini farketmeyen..
bilemez ki hayallerin de kırılmaya gelmediğini...

************

Ağlama salkımsöğüt,
                            ağlama,
                    Kara suyun aynasında el bağlama!
Image Hosted by ImageShack.us

24 Şubat 2014 Pazartesi

saime hanım.. ve diğerleri.. canıtın kanat versen ya az.. sarkaçlaşmama engel olacak kadar...


ne zordu o günler..
ne zordu..
bir telefonla içimin daralıverdiği..

zor sanıyormuşum ya da..

şimdi kendilerini kendilerine emanet ettikten sonra..
ne zormuş bu günler ne zor..
zor sanıyoru ya da..

hep emanet onlar dedikten sonra..
hep onların dışavurumuna saygı duymama rağmen..
ne çok sallanırmış sarkaç..
ne zormuş ..
içimize konulan sıradan başarı kavramlarını silip atmaya çalışmak..
bir pijama insanı foucault'dar sallarmış..

eskiden basit insanlar gibi eğlenebilmek istiyorum bazen derdim..
şimdi geleneksel insanlar kadar  gibi övünebilmek diyor yüreğim..
bazen arada nadiren olsun .. ne kadar ferahtatıcı olur... 
diyorum..

kendine not..
saime hanıma..
anne benim üzerime kurma mutluluğunu kendi mutluluğunu kendin yarat dediğini unutma..
anne beni kalıplama ben senin kalının şeklini alamam benim şeklim gayet kendime özel ve memnunum..
 bunu beğenmeye gayret et.. dediğini unutma..

kendine not 2..
cümlelerin başına hep.. herzaman asla hiçbirzaman koyma..

ataletliğini bil anı yaşa.. 

kendine not.. 3..
kendi yapacakların listesine eğil artık.. eğil şuna...

Image Hosted by ImageShack.us

23 Şubat 2014 Pazar

dünya ağrılarını kaplamak canıtın maharet ister..

dünya ağrısı kaplanıp kütüphanedeki yerine yerleşirken..
selgin GB'nin iğnelerinin imzalı ilk basımı.. kızkardeşi lezzetli öykülerin yanına gitmeden masanın üzerinde bekliyor..
bibliyomanyaklar için yazılacak önce.. fotoğrafı çekilecek..

okunmuşlar okunmamışlar yığınıeşit uzunlukta masamın üzerinde..
hala sürüyor kaplama işim..

ama dünya ağrısı kaplanıp kütüphaneye yerleşirken cümlesi..
bir bataklık gaz balonu gibi yükselip zihnimin karmaşasından .. yüzeye gelince..
onu not etmek istedim..

güzel bir cümle..
"dünya ağrısı kaplanıp kitaplığa yerleşirken"..

işte tam bu noktaya kadar bir işik yoktu bu güzel cümlenin altında..
şu anda aydınlandım..
yaptığımız bu..
dünya ağrılarımızı kaplamak ve yerleştirmek..
onları beceri ve yeterliliklerimize uygun bir kapla güzelleştirip..
düzenli bir şekilde kaldırıyoruz..

ben ambalaj kağıdı üzerine kendi el yazımla yazıyorum..
sıradanlaşıp diğerleriyle aynı üniformaya giriyorlar..
etiket de yapıştırabilirim..
kumaşla kaplayıp su taşlarından püsküler sarkıtıp.. orasına burasına kristaller dikebilir..
ve bir sanat eserine çevirebilirim..
gerek duymuyorum..

elişi kağıtlarıyla kaplayıp neşeli çıkartmalar ile bezeyip içimdeki çocuğa uyduğumu iddia edebilirim..
ama ben çocuksu şeyleri pek sevmiyorum..

dileyen..
kadifeyle kaplayıp..
koyu renklere bezeyip ağırbaşlı hale getirebilir..

hafif soluk renklere kayıp..
eprimiş malzemeler seçip zamanın izlerine teslim olabilir..
ya da.. baslamar oyalar döşeyip etnik dokumuşlarla bezeyebilir..

beyaz sayfa açmak işteyenler beyazla kaplayabilir pekala..

hatta bakınca görünen yerlere bir tablo oluşturacak şekilde deniz manzaraları gökyüzünde asılı ip köprüler ..
ferahlık arayanların hoşuna gidebilir..

ben ambalaj kağıdına sarıp..
üzerine kend el yazımla adını ve yazarını yazıp sıradanlaştıranlardanım..

var bir kaç tane..
farklı desenle kaplı olan..
ama onları da sıradanlaştırsam daha iyi olr..
zira..
farklılık sadece daimi olarak onları hissetmemi sağlıyor..

oysa boyle güzel..
fark edilmesini istediğim dünya ağrılarımı farkedenlerin..
ağrıya bir faydası yok..
fayda dikte edilebilir birşey değil..
aferim canım kendim ve yazıktır canım kendimleri kapalı kapılar arkasında söyleyip..
ağrıları kaplayıp sıradanlaştırmak gerek..
benim için böyle..


Image Hosted by ImageShack.us

21 Şubat 2014 Cuma

kırmızı elbiseli kadın da gelsin buraya.. hem blog hali hem de öyküleşmiş hali...

eskiden beri okuyanlar bilir..
kırmızı elbiseli kadın..
atalette kült bir yazı konu ve kavramdır..
tartışmalı ve hareketli bir blog yazısıdır..
ben öykü yazıcam diye kalkışınca..
türkçem de buna yetmeyince..
yazı kursuna gitmiştim notos'ta..
çok faydasını gördüm ..
ve asla yazamayacağımı anladım..
bu yazı.. blogdan öyküleştirildi..
ve bitirme projesi olarak teslim edildi..
ortalık yerde okundu..
semih gümüşten.. çift ana karakterli öykü olarak çok başarılı bulundu..
ama o kitap asla oluşmadı..
o yüzden bu da kenarda köşede kalmasın..

yazının esas hali..
http://atalet.blogcu.com/-/1460424
çıkan tarışmalardan sonra.. ertesi günkü gelişmeleri haber veren yazı..
http://atalet.blogcu.com/kirmizi-elbiseli-kadin-devam-mi/1463519

KIRMIZI ELBİSE
Her sabah yaptığı gibi, iki yöne de açılabilen üst tarafı camlı iki kanatlı kapıları tam ortalarından iterek açtı, egzersiz salonuna girdi ve hayat dolu olmasına çalıştığı bir tonla "Günaydın. Nasılız bakalım bu sabah?" diye seslendi. Salonda birkaç hasta ve fizyoterapist çalışmaya başlamışlardı bile. Düzensiz bir koro halinde günaydın diyerek cevap verdiler. Daha sonra her hastanın çalıştığı egzersiz masasının ayak ucuna gidip , hem hastalar, hem de onları çalıştıran fiztoterapistler ile takiplerini yapan hemşirelerden günlük sorgulamalarını yaptı. Hastaları onun için  insan, kişi, birey, kadın ya da erkek olmayı sürdürürdü. Başka hekimlerin sıklıkla yaptığı gibi onları oda numaraları ya da hastalık adları ile özdeşleştirmezdi. Hastaları ile uzun zaman bir arada kaldığı için onların günlük yaşamları, zevkleri, işleri ile ilgili küçük sohbetler yapar; genellikle sabah vizitini kahkahalar arasında sürdürürdü. Buna tanık olan bir arkadaşı tuhaf bir hava yarattığını sanki kliniğin "hasta ve yaşlı olmanın dayanılmaz hafifliği" diye tanımlanabileceğini söylemişti. Bu aralar özellikle ilgilendiği, ruhsal durumu hakkında endişelendiği Sevim hanım mekanik masaya bağlanmış, ayakta duruyordu.
Sevim hanım tedavi için  İstanbul dışından, ufak bir Marmara şehrinden buraya  gelmiş bir hasta idi. Kırklı yaşlarında, yüz hatları biraz çökmüş, pek sık gülümsemeyen, soluk ince bir güzelliği olan sessiz bir kadındı. Yedi yıl kadar önce ilerleyici bir omurilik hastalığına yakalanmış ve egzersizlerini yapmayı reddetmiş, bu nedenle de tekerlekli sandalyede oturması bile zorlaşmıştı. Yedi yıldan sonra ne olmuşsa olmuş, Sevim hanım bir öğleden sonra aniden yanında yirmi yaşlarındaki kızı ile polikliniğe başvurmuştu. Yürümek istiyordu, Sevim hanımın hedefi buydu. Doktoru olarak bunun çok zor, nerede ise imkansız olduğunu biliyordu. Ancak kısalan kasları, kasılmaları, yatak yaraları yüzünden olması gerekenden daha düşkün durumda bulduğu bu hastaya; daha konforlu bir yaşam ve bakım sağlamak için yapılabilecekler vardı. Hastalarına sahte ümitler vermezdi, bunun sonradan ciddi bir ruhsal yıkıma yol açtığını bilirdi. Sabırla hastaya rehabilitasyonun uzun soluklu bir tedavi olduğunu anlatmıştı.  Uzun dönem hedefleri koymanın hata olduğunu, küçük hedefleri  zaman içinde başarmanın önemini  anlatmış, bilgiler vermiş ve tedaviye ikna etmişti.
Birinci haftanın sonunda Sevim hanımın açılmayan eklemleri yavaş yavaş gevşemeye başlamış, hasta da kendisi de umutlanmaya başlamışlardı. Sevim hanım kızı ile birlikte kliniğe yatalı yaklaşık üç ay olmuş, bu sürenin sonunda  artık yavaş yavaş ayakta durabilir hale gelmişti. Bu taşralı sessiz ev kadını ile aralarında bir dostluk da oluşmaya başlamıştı. Her sabah o hastaya vizit yaparken, hastası da onu gözler, hergün mutlaka saçı makyajı ya da giysileri ile ilgili bir yorum yapardı. Onun kadar sade bir kadının dış görünüşle bu kadar ilgili olması  ilginçti. Sevim hanımın ilkokula giden bir kızı daha vardı, o da hafta sonlarında annesini  görmeye gelirdi. Ancak eşi hastaneye hiç gelmemişti. Sevim hanım arada "Kadir bey telefon etti, ne zaman taburcu olabileceğimi sordu" demese, bir eşi olduğunu neredeyse  unutacaklardı.
Odasında sabah bakımı yapılan Sevim hanım, sonra tedavi salonuna alınır ve  her sabah önce mekanik masaya bağlanırdı. Böylece gece boyunca kasılan kasları gerilip gevşerken vücudu da dikey durmaya alışırdı. Bu durumda kişi ayakta durur gibi olduğundan yatan hastalara kıyasla  göz teması daha kolay kurulabilir,  sabah viziti sanki sabah sohbeti gibi arkadaşça geçerdi.
İşte bu sabah da karşılaşmaları bu durumda olmuştu. Buna içten içe sevinerek kocaman gülümsedi. Bugün kırmızı bir keten elbisenin altına her zamanki gibi yüksek topuklu ayakkabılar giymişti. Sevim hanım elbet bu ayrıntıyı kaçırmadı.
Ben de kırmızı bir elbise almıştım dedi. Bir de hasır çanta, eşimin iş yerine ziyarete gitmiştim.
Dinlerken  gözü Sevim hanımın diz altında biten eşofmanından görünen beyaz tenli, biçimli bacaklarına kaydı. Sonra hayalinde bir bahar günü ince bir patikada hızla yürüyen kırmızı elbiseli Sevim hanım oluştu. Ayaklarını iyice esneterek, hafif zıplayarak, yürümenin tadını çıkararak ilerleyen genç bir kadın. Kırmızı bir elbise giymiş. Elbise gömlek yakalı ve önden düğmeli, beli vücuduna oturuyor, aşağı doğru genişleyip atılan her adımla hareketleniyor. Elbisenin kolları dirseklerin üzerinde bitiyor. Bileğindeki kalın, üzerinden kalpler boncuklar sarkan  bileziği, her adımda hafifçe ses çıkarıyor. Hasır çantasını koluna takmış, ellerinde ve topuksuz sandaletlerinden görünen ayak parmaklarındaki ojeleri yine elbisesi gibi kırmızı. O kadar canlı idi ki hayali nerdeyse çevrede hafif bir lavanta yok gül kokusu  duyacaktı. Hafif pudralı bir koku. Hayalindeki Sevim hanımın Shalimar kullandığından emindi.
Birden hastasının sesini tekrar duymaya başladı.
Eşim fazla güzel göründüğümü söyleyip giydirmemişti elbiseyi. Dolaba asmıştım. Bir daha da giymedim.
Kalabalık salonda asılı kaldı bu sözler.
Bu sefer biraz zorlayarak da olsa güldü. E ama haklıymış, sizi öyle güzel görünce kaparlar diye korkmuştur, dedi. Sevim hanım gülümsedi.
Salondan çıktığında, sesine yansımasını engelleyemediği  bir hırsla beraberinde yürüyen hemşirelere  nasihat etti. Kimsenin kendinizi iyi hissettiren şeyleri yapmanıza engel olmasına izin vermeyin. Ne kırmızı elbiseden, ne bateri çalma arzunuzdan... Kime neyin nasıl göründüğünün önemi yok. Önemli olan sizin bundan ne kadar keyif aldığınız. Keyiflerinizi ertelemeyin. Hemşireler  gözleriyle onayladılar, sorumlu hemşire kucağında sıktığı klasörleri iyice bedenine bastırıp "evet" dedi. Hepsi aynı duygular içinde idiler. Hepsi dolapta kalan elbise ile ilgili olarak aynı isyanı hissetmişlerdi .
İki üç gün sonra Sevim hanım hafta sonu için evine dönmek istedi.
Hayırdır bir sorun mu var diye sorulduğunda, babasının o nasılsa evli  diye mirasını erkek kardeşlerinin üzerine geçirmeye kalktığını, kızının da sevdiği çocukla evlenmek istediğini, yoksa kaçarım diye tehdit ettiğini  söyledi. Üç ay uzaklaştım herşey karışıverdi diye ekledi. Gidip bir düzene sokayım ortalığı.
Pazartesi günü odasına dönmüştü. Ama sanki gözlerinde tuhaf bir boşluk vardı.
Ertesi gün sabah vizitte gene Sevim hanım mekanik masada ayakta iken karşılaştılar. Kliniğe kuaför çağırılmasını istemiş, saçlarını kestirmiş, boyatmıştı.
Pek yakışmış , ne güzel olmuşsunuz dediğinde, Sevim hanım ince bir gülümseme ile elini saçına attı, onaylayarak "evet güzel oldum, Kadir bey de sen artık İstanbul'lu oldun bizi beğenmezsin diyor" diye cevapladı. Onun İstanbul'unun  sadece bu klinik olduğunu bilerek, gözlerindeki boşluğu farkederek gülüp şakalaşmak zordu , ama başardı.Salondan çıktıklarında hemşireler eşinin geleceğini söylediler, saçın yapılmasının sırrı ortaya çıkmıştı. Gülümsediler.
Tam odasına girdiğinde başhekim arayıp işlerini bitirince kendisine uğramasını istedi. Babacan tavırlı başhekimi çok severdi,  hemen geliyorum kahvemi söyleyin diyerek  telefonu kapatıp  odadan çıktı.
Kahvelerini içerken, "Bugün eşi aradı, Sevim hanımdan boşanmak istiyormuş. Uzun zamandır bir sevgilisi varmış, artık evlenmek istiyorlarmış. Bugün saat üçte gelip konuşacakmış." diye başhekim sakince verdi haberi. "Ama bütün bakımını, masrafını ödemeyi sürdürecekmiş. Ona yakın bir evde yaşayıp, her zaman onunla da ilgilenecekmiş."
Aman ha, demeyin. O kadın kırmızı elbisesini giymek salınmak istiyor.  Eşine bir kadın gibi görünmek istiyor. Vakti mi bunu söylemenin?. Vakti olur mu bunu söylemenin? diye itiraz etti içi birden yanarak.
Adam da haklı ama, o da normal bir evlilik sürdürmek istiyor.
Servise döndükten sonra öğleden sonra geç bir saatte gelmesini özellikle belirterek Sevim hanım için bir psikiatri konsültayonu istedi.
O akşam çok huzursuzdu. Yemek istemedi, bir kadeh şarap koydu, sakinleşemedi.  Kendisine bir haksızlık yapılmış gibi hissediyordu, saçma nedenlerden eşiyle tartışma çıkardı. Rüyasında gene kırmızı elbisesi ile Sevim hanım vardı,  ama bu kez bilezik sesi ya da parfüm kokusu yoktu da sanki müzik vardı. Nakaratta pes bir ses, dünya yalan söylüyor diye tekrarlıyordu.  .
Ertesi gün vizit saatinde Sevim hanım odasında idi henüz. Abartılı bir özenle gözlerinin etrafına  kırışık giderici krem sürmekte idi.
Bakım var, ne güzel  dedi gülümseyerek.
Eh Kadir bey ayrılmak istiyormuş. Tabii bakacağız artık kendimize diye cevapladı Sevim hanım.

Atalet.. Koridor Öyküleri

Image Hosted by ImageShack.us

20 Şubat 2014 Perşembe

daha da buraya gelsin madem.. neden olmasın madem o dergi artık yok..

bunu unutuyormuşum meger..
ama ekleyeyim de tek yerde dursun.. =)..
Daha Hakan Günday kasım ayında socialclubmagazine için yazılan yazım..


Her zaman yazma heveslisi biri olarak, içinde yaşamadığım zaman, ortam ve durumlarla ilgili kurgusal yazmak çok zor gelmiştir bana. “O kişi ben olsaydım” diye düşünmeden yazamadım asla, bu yüzden satırların altından Atalet kendini her zaman gösterdi. Blog yazım, yorumum, adımı eklemesem bile tanındı.

Kuvvetli kişilik ya da ego meselesi değil bahsettiğim, sadece kurgulama yeteneksizliğim. Beni çok üzen bu durumun nedenini, Eric Von Daniken’in  “Tanrıların Arabaları” isimli eserinde  buldum kendimce. İlk çağlardan kalma duvar resimlerinin bazılarını ve hemen ardından astronotların uzay giysili hallerini gösterip “insan görmediği bir şeyi sadece hayal gücüyle bulamaz, o yüzden bu ilkçağ insanlarının bu resimleri yapabilmesi için  uzay giysili birileriyle (uzaylılarla) karşılaşmış olması gerekir.” diyordu Von Daniken.

Ama edebiyat söz konusu olduğunda böyle olmadığını biliyoruz.Bir kedinin, bir evin ağzından yazılmış hayranlık uyandıran yapıtlar okudum. Yazarlar beni hayrete düşürüyorlar. Bunlardan en genç olanlarından biri de Hakan Günday.  

Nostalji’nin, seksenli doksanlı yıllardaki tatlı güzel türkiye mahalle yaşamı ve insan ilişkilerinin pek sevilir olduğu zamanlardayız. Bir kaç yıldır içinde seksenler ve doksanlardan izler taşımayan eser bulmak zorlaştı. Yetmişlerden söz etmek zor elbet. Yakın tarihimizin, sonu 1980 darbesiyle biten, pek acılı pek karışık zamanlarıile ilgili yazılacak olanlar süreç devam ederken yazıldı zaten, yaşanırken. O dönemin öyle bir özelliği var ki sonradan yazılan her eser, çekilen film, sahnelenen  tiyatro ya okul müsameresi ya belgesel kıvamında oluyor. Yetmişleri yaşayanlar, seksenleri biraz boş, doksanları biraz hafif bulurlar, üstelik o dönemlerin öyle olmasını kendileri sağladıkları halde. Bu dönemlerde doğan genç edebiyatçılar kendi dünyalarını, çocukluk çağlarını pek güzel anlatıyorlar şimdi. Bizler de keyifle okuyoruz. Yirmibirinci yüzyıl ise iletişimin arttığı, insan ilişkilerinin bıçak sırtına oturduğu dönem oldu. Genç edebiyatçılar belki de bu yüzden  “eski günler”den kendi eski günlerinden  söz etmeye erken başladılar.

Kurmacadan söz ediyorum evet. Ama her kurmaca yine de içinde gerçeklik barındırır. Yaşanabilir olmalıdır ki, okunabilir de olsun. O yüzden bu tarih dersi gibi paragrafı eklemek zorunda kaldım.

Dedim ya ben içinde bulunmadığım durum ortam ve zaman dilimlerini dile getiremem, benim yazma merakım bir anı tutuculuk, bir yaşam kaydediciliği olarak sürüyor.

Hakan Günday’ı yeni edebiyatçılar arasında benim için hayran olunacak yazar konumuna yerleştiren de bu yukarda anlatıp durduğum nedenler.

Az’ı okuyordum, mezarlık çocukları, ileri derecede fakir ve ihmal edilmiş çocuklar, süt dişleri ağzındayken tarikatlara verilen, çocuk yaşta gelin edilen, şiddet gören kadınlar, kapalı kapılar arkasında yaşanan yabancı ötesi bir yaşama dair bölümler  neyse de, kitabın bir sahnesinde İngiltere’de bir parkta, iki kişi arasındaki sohbeti okurken, birden kendimi “çevirmen ne kadar iyi çevirmiş” diye düşünürken buldum. Zira ingilizler’in o kendilerine has ve başka bir dile aktarıldığında içi boşalan sıradanlaşan konuşma tarzları çok çarpıcı kaleme alınmıştı. Okumaya devam ederken, birden durdum, “ama bu kitap çeviri değil” cümlesi dolaşıyordu beynimde. Geri dönüp yeniden okudum , o bölümü, bu sefer yazara duyduğum hayranıkla. Sonra geri dönük diğer kitaplarını okumalar, yazarın hayatıyla ilgili okumalar, (üstelik ingiltere’de yaşamamış bile) verdiği röportajla ilgili okumalar… artık tarzımı tanımaya başladınız sanırım. Bilgi peşinde çok dolaşan biriyim ben. Bütün etkenleri bütün bilgi kırıntılarını toplayıp kendimce bir fikir oluşturmalıyım. Ve oluşan fikrim şu oldu “Hakan Günday bence son yılların en iyi roman yazarlarından biri.”  Ondan sonra benden kitap tavsiyesi isteyen herkese “Az” dan da söz ettim, mutlaka okunmalı dedim.

Benim farketmediğim ancak genç bir dostumun altını çizdiği bir sahneden bahsedeyim Az’dan.
Okumayı çok geç öğrenmiş, yeni öğrenmiş biri bir kitap okuyor. Hem sözcükleri okuyup anlaması hem de bahsedilen konuyu anlaması pek zor oluyor tabi. İlkokul yaşındakiler için tam kıvamında bir beyin ve zamanlama ile bile zor olan bu durum genç erişkin yaştaki bu adamı fazlasıyla zorluyor tabii. Ve sonra ki sayfada çok kötü bir el yazısıyla yazılmış bir not görüyorsunuz, okumaya çalışıyorsunuz, heceliyorsunuz, zorlanıyorsunuz ve birden durup. “Ne yapıyor bana bu yazar, okuduğunu okumak ve anlamakta zorlanan adamın çektiği ızdırabı bire bir bana da yaşatıyor. “ diyorsunuz demişti genç dostum, kitaptan bahsederken.

Hakan Günday, eserlerinde ilk sayfalardan itibaren insanı tutsak ediyor  ve duvara çarpıyor, sersemleye sersemleye, çarpıla çarpıla, tam bitti derken yeni bir darbe ile soluksuz bırakılmış bir halde son sahneye geliyor ve işte o zaman soluğunu bırakıyorsun.
En azından benim üzerimdeki etkisi bu.

“Daha”, kasım ayında yerini aldı kitapçılarda. İki kitabın isimleri de yan yana bir anlam ifade ediyor diye düşündüm.. Az Daha.. Bilmem arkası gelecek mi. Kitap adı olur, duvardan duvara vurma halleri olur. Okuru hep ters köşeye yatırmak olur.

Dil çok akıcı, betimlemeler kurgular kişiler hepsi önünüzde canlanıyor. Bir tek sözcüğü çıkar deseler elim varmaz.

Konuları da çok bizdem ama bir o kadar yabancı olduğumuz kavram ve yaşam biçimleriyle ilgili olunca, tadından okun(m)uyor..

Daha’nın arka kapak yazısı: “Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa hazırlanıyor. Ancak bu hikaye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa hepsini öğrenecek yaşta.” diyor.

Yine arka kapaktan devam edelim.
“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar ondan eminim. Ve biz  orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettikleri bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluüunda koca bir Boğaz köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı ise Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi, Özellikle de kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…”

Dokuz yaşında bir çocuğun gözlerinden bakıyoruz bu kez.. içinde kimilerinin yaşadığı diğerlerinin boğulduğu hayata. Hayatta kalmak çocuğun babasından aldığı ilk ve tek ders.
Aşağıda alıntıladığım bir paragraf, yazarın tarzını, bilmeyenlere biraz daha iyi aksettirebilir belki. Böyle uzun bir alıntı olmasına rağmen, hemen ilk sayfalardan olduğu için spoiler oluşturduğunu düşünmüyorum. Daha çok düşünecek dinleyecek ve öğrenecek Gazâ. Biz de onunla birlikte.

“Dokuz yaşındaydım.. Bilemezdim… Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındığını… Sonra bir ara babamın o yaşlı adamın boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamdaki ademelmasıından adamda da vardır diye düşündüğümü… Babamın avcunda iz bırakmış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadığında bana bulaşır mı?”

Hızla büyüyen Gazâ’nın gözlerinden dünyayı, insanları, kötülüğü iyiliği, din ve politikayı anlıyoruz.
Gerçekten çok şey öğreniyoruz.
Yazarın kalem gücüne, zekasına, dilinin kıvraklığına, sözcük zenginliğine, ironisine, gücüne hayran kala kala.. ileriliyoruz.. fırtınalı paragraflar arasından.

Bazı arkadaşlarım benden önce okumayı başardılar “Daha”yı.. Bir “Az” değil dediler.
Bende de değil çünkü daha … farklı sanki damıtılmış gibi.. Doyurucu sözcüğü sanırım bu eseri iyi tanımlar.

Bazı anlarda, köşe yazarı ya da siyaset analizcisi olsaydı, şu ana kadar yapılmaya çalışılan tüm analizleri kenara kaldırmış olurduk denebilecek kadar ayrıntılı ve dip bucak anlatımlar var.
hem de hiç bir siaysetten söz edilmeden yapabiliyor bunu..
Biraz Prens* biraz Devlet** gibi eğitici derinleştirici bir eser okurmuş gibi hissediyorsunuz, öte yandan da bir çocuğun zorlu büyümesini ve aslında bir roman okuyoruz.

İnsanın kendisini dolu hissetmesini sağlayan bir yazar Hakan Günday, “Daha”yı bitirir bitirmez, yeni bir kitabı çıksa da okusam özlemi sardı beni. Yeni bir yazarla tanışmanın en iyi tarafı bir eserine aşık olduğunuzda daha önce yazdığı bir kucak dolusu eseri alıp onların arasına sığınabilmektir. Ama Hakan Günday ile ben malesef eski dostuz ve ne zaman tekrar kavuşacağımız tamamen onun sözcükleri sayfalara ne zaman serpeceğine bağlı. Sabırsızlıkla bekliyorum.
Ne kadar anlatsam da nedense bu yazarı asla hakettiği gibi/kadar anlatamamışım gibi hissediyorum. Kendiniz okuyun ve derinlik sarhoşluğuna tutulun bence.

Keyifle ve kitaplarla kalın bu ay da..

* Machiavelli
**Socrates




Bu ay.. söz etmemiz gerekenler..

Şebnem İşigüzel Venüs isimli romanında türk edebiyatına unutulmayacak bir karakter kazandırdı, Şekine Hala. Bu karakterle tanışmazsanız çok şey kaybedersiniz.

Doris Lessing’i kaybettik, geçtiğimiz ay. “mutsuz çocuklluklar, romancılar yaratır” diyen bu yazar’ın Sarı Defter isimli eseri ile, Nobel edebiyat ödülünü kazanan az sayıdaki kadın yazardan biri olduğunu da anımsatalım. Nobel kazanmasından daha önemli tüm yaşamı boyunca, ayrımcılık karşıtı durşuyla tanınan bu  cesur ve güzel kadınla tanışmazsanız eksiksiniz derim, daha bir şey demem. “İsterseniz yanlış düşünün, ama kendiniz düşünün” diyen bu yazarı hiç okumadıysanız, Altın Defter’i, ardından Kediler Dair’i, ardından Türkü söylüyordu Otlar’ı.. birini ya da tümünü ama mutlaka en az birini okumalısınız derim.

Erendiz Atasü’nün yeni kitabı “Can ve Ferda” Can yayınları tarafından yayınlandı. Benim de yeni başlayacağım kitabım. Çok sevdiğim bir yazar olan Erendiz Atasü’nün adını  yeni çıkan eserler arasında görmek başlı başına mutluluk.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mutlaka okunması gereken bu kitabı Penguin yayınevi tarafından basılacak. Okumadıysanız eksiksiniz; bu kült roman Çavdar Tarlasında Çocuklar (Sallinger) ile başabaş bir romandır. Zamansız bir klasiktir, dünyayı toplumu anlama kılavuzu gibidir. Dergah Yayınları tarafından basıldı. Kesinlikle öneririm.

Can Yayınları, Carlos Fuentes’in Cennetteki Adem isimli eserini, Emrah İmre çevirisi ile yayınladı. Tam bir Meksikomedi olarak tanımlanan bu eser benim listemde elbette.

Henry David Thoreau’nun “Sivil İtaatsizliké isimli eseri KafeKültür/Zeplin Kitaplar Dizisi arasında yayınlandı. Yakın geçmişimizde yaşadıklarımızı ve bu kalıbın ne kadar çok kullanıldığı düşünülürse, olanları anlama açısından iyi bir başvuru kitabıdır.

Ve son olarak da Tuna Kiremitçi’nin yeni kitabı, “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” Kırmızı Kedi Yayınları tarafından basıldı.

Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi hala çok satanlar listesinde ve uzun süre de kalacak gibi görünüyor.  








Image Hosted by ImageShack.us

19 Şubat 2014 Çarşamba

madem artık o dergi yok.. zaten okumanın zamanı yok.. hem burda da zaman yok.. o zaman birkaç kitap daha yaz çağırıştıranından..

‘Öyküyü öykü yapan…
Sizin "bundan sonra ne olacağını bilmek" istemenizdir –öykünün bu kadarcık bir parçası, sizi bir sonrakine götürür.’
           Ursula K. Le Guin

Yaz geldi. İstanbul’da biraz eziyetli geçiyor artık yaz. O yüzden  yıl boyunca tatilin hayalini  kursak da, sıcaklar bastırdığında sahilleri, deniz serpintilerini, rüzgarda çırpınan yelkenleri daha çok özlüyoruz. Tüm kıyıların plaj olduğu, her yerinden denize girebildiğimiz zamanlarda daha kolaydı yazlar. Şimdi İstanbul’da denizi ancak seyredebildiğimizden serinlemek için, dinlenmek için bu güzel şehirden kilometrelerce öteye taşınmamız gerekiyor.

Daha ilkbaharda başlıyor, yaz tatili temalı yazılar, reklamlar, alışveriş kılavuzları. Birkaç yıldır kitaplardan bahseden bloglar, yayınevlerinin internet siteleri, edebiyat ve kültür dergileri de tatil ve yaz kitaplarından söz etmeye başladılar. Moda dergilerindeki “yaz tatiline giderken yanınızda götürmeniz gerekenler” sayfalarına benzer “tatile hangi kitapları götürmeli” sayfaları oluşmaya başladı.

Öğrenciler için karne ile birlikte, yazın okunması gereken kitaplar listeleri verilmesi çok eski bir uygulama. Gençlerin eğlenmeye dalıp da beynini beslemekten uzak kalmaması için düşünülmüş olsa gerek. Elbette bu, kitabı yaşamın olmazsa olmaz bir unsuru saymayanlar için. Diğerleri listeyle sınırlanamaz zaten.

Benim için yaz tatilleri araya ders çalışma zorunluluğunun girmediği süresiz okuma zamanlarıydı, bahçede, odamda, sahilde, okuma özgürlüğüydü. Hatta okuldan verilen okuma ve özet çıkarma listesini ödev gibi algılardım da o kitapları son günlere bırakırdım her zaman. Bütün yaz kitap okuduktan sonra son dakikada okuma ödevi yetiştirmem, son gece özet yazmam ironikti. Okurluğun başlarındaydım daha o zamanlar, anne ve babamın kitaplığı elimin altındaydı. Her kitap bir macera, bazıları kaçamaktı. Bu durumda yaz kitapları ya da tatil kitapları listeleri bana çok yabancıydı. Ama her olgu, gereksinimlerden doğar, yaşam etki tepki prensibiyle sürer diyerek bu listelerin ortaya çıkma nedenini araştırdım ve öğrendim .

Meğer türk insanının gereksinimler listesinde kitap 235. sırada imiş, ve yaz gelince kitap satış mağazalarından ve internetten  kitap satışları bir anda yarıya düşüyormuş.

Söz konusu kitap olunca, ben bazı prensiplerimi uygulayamıyorum sanki. Tüketime çağıran reklamlardan hiç hoşlanmıyorum aslında. Ama kitaplar satılsın ve okunsun ki yenileri yazılsın, basılsın istiyorum. Yazarların geçim derdi olmasın, rahat rahat üretsinler istiyorum. O yüzden tanımadığım insanlara kitap önermesem, yaz tatili listelerini sevmesem de, yaz kokulu kitaplardan söz etmek istiyorum bugün.

Bunun için hazırlık olarak, yaz döneminde yeni çıkan ya da yeniden basılan eserlere, son haftaların çok satanlar listelerine, ve bu yaz ne okumalı yazılarına ve geçen yıl tatilde okuduklarıma bir göz attım. Kumsalın fiziksel durumunu düşündüm, ve yaz yolculuklarında okuduğum kitaplar hakkında olarak hafızamı yokladım.

Çantamıza atıp götüreceğimize göre, hafif olmalı, güneşlenirken gölge etmemeli, ufak tefek olmalı. Sahilde aniden patlayan kahkahalar, çocuk sesleri, denizden gelen şakalaşma sesleri ilgimizi dağıtacağından, konusu ya içine alıp götürmeli, ya da bölünen dikkate rağmen  kolayca devam edilebilecek kadar sürükleyici olmalı. Siestalar, denize girip çıkmalar, sahil sohbetleriyle kesileceğinden, belki de öykü ya da deneme kitabı olmalı. İçselleştirebilmemiz için bulunduğumuz yerlerde geçmeli. Benim gibi her ayrıntının peşine takılmak isteyenler için önemli bir ayrıntı da, içinde çok fazla görderme olmamalı. Geçen yaz Murakami okurken, yanımda bilgisayarım olmadan okuyamadığımı farkettim bu yazarı. Bir hiç tanımadğım Jazz sanatçısından bahsediyordu, bir  Beatles’dan, sonra bir başka yazardan ya da şairden. Her birini hemen dinlemek, görmek istiyorum ben. Kahramanlar Norvegian Wood dinliyorsa, dinlemek istiyorum ben de okurken.

Gezi notları okuyalım o zaman... Daha mavi yolculuk denilen kavramın oluşmasından onyıllar önce, denizden kıyı kıyı tekneyle dolaşıp, arkeoloji profesörü dostlarının rehberliğinde antik şehirleri de gezen ve 2000 yılının hazıran ayında kaybettiğimiz sıradışı insan Mina Urgan’ın, Bir Dinozor’un Gezileri kitabını önerebilirim. Hem başkaldırmış da oluruz sıradanlaşmaya. Ne olsa anlattığı ve özendirdiği, çalışma aşkı, bilimsel mantık , dürüst insanlık örneklemesi bir yana itilip okulların okuma  listelerinden çıkarılan bir yazar Mina. Benim için  ise ilk kitabının (Bir Dinozorun Anıları) daha beşinci sayfasına geldiğimde, adresini bulsam, şu kitabı bıraksam,  kapısına dayanıp, “hadi ben bir kahve yapayım, siz de bana anlatın anılarınızı, yaşadıklarınızı” diye teklif etsem dedirten insan.

İlle de Ege’de geçen birşeyler okuyalım, “Alaçatı’da Aşk “mesela, Mehmet Coral’ın o özenli türkçesinden. Sayfaların arasından  Alaçatı’nın tuz kokulu rüzgarı vursun yüzümüze, sokaklarındaki parke taşları üzerinde ilerleyelim, aşkın sadeliği ve güzelliği, meyve ağaçları dışında bir süsü olmayan doğal ortamlara ve yaşam biçimlerine  götürsün bizi.

Mino’nun Siyah Gülü’nü okuyalım, Hüsnü Arıkan’dan. 1960’ların ege’sinden bugünlere uzanalım. Yıkanmış avluları, meyve bahçelerini yaz kokularını yazarın sade ve özenli anlatımından, okuyalım. Etkileyici bir roman, ilginç bir kurgusu var. Şiirlerini  yazarken az sözcükle derin duyguları anlatma becerileri olduğu için mi bilmem ama bence şairlerin yazdığı romanların başka bir tarzı, sırça gibi ince bir tınısı oluyor. Bir şairin yazdığı romanı okuduktan sonra insanın içinde  zarif ve  kırılgan bir güzelliğe tanıklık etmişlik duygusu kalıyor.

Murathan Mungan okuyalım, elime aldığımda tasarımına da bayıldığım “ Aşkın Cep Defteri” örneğin, kısa kısa notlar, şiirler, anılar ve denemeler derlemesi. şöyle bir baktım kitaba ne çok köşesini kıvırmışım. Rasgele birisini açtım “aşk büyümeyi bilmiş insanların çocukluğudur belki de, ancak kanatlarını büyütebilmiş insanları hak eder” diyordu.

Yaşar Kemal okuyalım, “Karınca’nın Su içtiği” insanıyla, yaşamıyla sabrıyla tutkularıyla coğrafyasıyla bir akdenizli romandır. Yaşar Kemal’in o zengin diliyle , güzel kurgusuyla, ifade gerçekliğiyle alır götürür insanı minicik bir adaya konuşlandırır. Ada üçlemesinin tümünü okuyalım hatta. Yaz zaten okunmak istenip de fırsat bulunamayanları okuma zamanıdır aslında.

Selim İleri okuyalım, “ Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak”. O hep İstanbul’u anlatır ne güzel anlatır. “Vapurla önünden geçerken, Küçüksu Plajı’nda kabinlerin boyandığını gördüler, yaza hazırlık. Beyaza boyanıyordu kabinler; boz kumlar, mavi deniz. Kırkı aşkın yıl sonra o an yine. Ne Küçüksu Plajı kalmış, ne de beyaz kabinler. Ama o an yerli yerinde.”

Robert Harris’ten Pompei’yi okuyalım. Eğer ege’de, mavi deniz, yeşil tepeler arasındaysak, hele ağustos böcekleri ötüyorsa çılgınlar gibi, havada bir kekik kokusu ince ince tozuyorsa hele, romanın  kahramanının peşinde dolaşalım, Milattan Önce 79 yılının ağustos ayında, bir benzer coğrafya’da dağ tepe su yollarını izleyelim.

Maeve Binchy okuyalım, “Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler” e karışıp yunan adalarına geçelim, sirtaki notalarına, retzina lezzetine, akdenizli insanın sıcaklığına karışalım.

Adalet Ağağolunun yazlarına karışalım, Yaz sonu’nu okuyalım, İstanbul’da serin kuytularda dolaşalım. Ya da Romantik Bir Viyana Yazı’na gidelim yazarla birlikte. Hiç romatik olmayan fikir gezdirmelerine eşlik edelim.

Ya da, ille bu sene yazılmış basılmış bir kitap okuyacaksak, Ahmet Ümit okuyalım “ Sultanı Öldürmek” hem gerilim hem tarih. Ben tatili beklemeden okuyorum. Her zamanki gibi ayrıntılara özen göstermiş yazar; hatta belki fazla özen göstermiş. Ya da Patasana ‘yı okuyalım, aynı yazardan (benim en sevdiğim kitabıdır) , hem o yaz mevsiminde geçer, Hitit’te  bir aşk hikayesidir, bir cinayetle başlar, adım adım çözülene kadar, bir bugüne getirir okuru, Hitit’ler zamanına götürür.

Gerilim severler Stephen King’in yeni kitabını okumalı bence, “22/11/63”. Yeni çıkan kitabı, sırada duruyor, yatağımın baş ucunda, “Sultan’ı Öldürmek” biter bitmez başlayacağım.
Okumanın zamanı yok, tadı hep aynı; mevsimsiz okumalar en güzelleri. Ben sevdiğim yazarların külliyatlarından eksik kalanları bitireceğim bu yaz. Aslı Erdoğan’ı, Marquez’i, Onur Caymaz’ı, Yekta Kopan’ı bitireceğim.

Le Guin’in dediğine gönderme yapmak istiyorum yazımı sonlandırırken, “okumayı keyifli yapan sizin sonra ne olacağını merak etmenizdir”.

Yaz mevsiminin ve tatilinin kitapla ve keyifle geçmesini dilerim.


Image Hosted by ImageShack.us

18 Şubat 2014 Salı

madem artık o dergi yok.. fikriye ile latife hanımlar da buraya taşınsınlar..


“Anlatma, anlatırsan onu sevmekten vazgeçeceğim,” dedi fısıltıyla. Latife sessizce dinledi Fikriye’yi. Sözünü bitirmesini bekledi, son sözünü söylediğini anlayınca, “ Zaten fazlasını anlatmayacaktım Fikriye. Anlatmam da. Bu vakitten sonra seni bilerek üzmem ben, merak etme.”

Jean Paul Sartre’ın “huis-clos” isimli bir tiyatro eseri vardır. Türkçeye  “gizli oturum ” adıyla çevrilip 2009-10 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konulmuş olan bu eserinde Sartre’ın birbirini tanımayan ve kendilerini aynı odada kapalı bulan üç karakterinin, varoluşçu sorgulamalarına tanık oluruz. Oyun karakterlerin aslında cehennemde olduklarını anlamalarıyla sonlanır. Sartre’a göre “cehennem diğerleridir”. Lise yıllarında tiyatro kolunda iken bu eseri sahneye koymuştuk.  Son bölümdeki bu vurucu cümleyi, yaşamım boyunca bana anımsatan zamanlar yaşamadığımı söyleyemem..

Tatile çıkmadan hemen önceki gün kitapçıya uğramamazlık edemedim. Sahilde okumak üzere hazırladığım kitaplar olmasına rağmen, yeni bir kitaba valizimde her zaman yer açabilirim. “Kemal’e eren kadınlar” isminden dolayı dikkatimi çekti. “Öbür dünyada en büyük düşmanınızla bir odaya kapatıldığınızı düşünün. Hiç kimse yok. O, siz ve kininiz, o kadar! Ne yapardınız? Melike İlgün bu sorunun peşine düşüyor. Mustafa Kemal Atatürk'e âşık iki kadını, Fikriye ve Latife'yi öbür dünyada bir araya getirip hesaplaştırıyor. Kemale Eren Kadınlar Fikriye'yi, Latife'yi ve onların Mustafa Kemal'ini anlatıyor.”. Kitabın arkasındaki tanıtım yazısı böyle diyor. Son zamanlarda okuduğum kitaplar arasından sivrildi ve iki haftadır hakkında en çok konuştuğum kitap haline geldi..

Kitabın ilk sayfalarında Sartre’ın bahsettiğim eserini anımsadım. Ama tüm benzerlik sadece bir odada kapalı olmaları ile sınırlıydı. Bu kez iki kadındı aynı odayı paylaşanlar. Onlar zaten duygusal cehennemi yaşarken tatmışlardı . Her ikisi de hem hayran hem de aşık oldukları adamla yaşayamamış yaşlanamamışlardı.


Yazar bu iki kadının yaşamış ve hissetmiş olabileceklerini o kadar iyi içselleştirmiş ki, her ikisini de tanımış, hatta dostluk kurmuş  olduğunu düşündürüyor. Eğer gerçekten karşılaşıp konuşma şansları olsaydı, gerçekten de böyle konuşurlardı dedirtiyor.Bir kısmı gerçeklere ve belgelere dayansa da büyük kısmı kurgusal olmasına karşın, kitabın son sayfasını çevirdiğimde, olayların akışı böyle olmuştur diye düşündüm.

Fıkara edebiyatı yapmadan yokluk ve yoksulluk içindeki Ankara’yı, Çankaya’yı, o günlerdeki toplumsal davranışları, ince ayrıntılarla, ancak  belgesel haline getirmeden anlatmış.

Fikriye’nin kimliği, yaşamı , özellikle de ölümü oldukça gizemli ve o yüzden de pek dikkat çekici bir konu. Susmayı başarmış bir kadın olan Latife de.
Hele de günümüzde, içimizde bir duygu daha henüz tomurcuklanırken  çeşitli sosyal paylaşım sitelerinde ileri geri , tanıdığımız tanımadığımız insanlarla paylaştığımız günleri yaşarken , böylesi ketum insanların dünyasına yolculuk yapmak çok etkileyici bir deneyim oluşturuyor. Bu kadınlar hakkında, sırf bu yüzden, sessizliklerini korudukları için birçok söylenti var.

Geçtiğimiz yıllarda Hıfzı Topuz belgelere dayandırarak yazdığı Gazi ve Fikriye isimli eserinde Gazi ile Fikriye’nin sessiz ve gizlice evlenmiş olduklarını yazmıştır. Kemal’e eren kadınlarda da böyle anlatılıyor ve hiç yanlış gelmiyor.

Kahramanların bu kadar önemli iki kadın, sevdikleri erkeğinse ülkenin kurucusu olduğu düşünülürse; yazar oldukça zor bir işin altından büyük bir başarıyla kalkmış diye düşünüyorum.
Yıllar önce bir yurtdışı yolculukta canım sıkılmış ve bir kitap satın almıştım. Kitabın genel konusu aklımda kalmamış, ancak bir bölümde amerikalı kadın gazeteci ile M. Kemal’in ilişkisi olduğu anlatılıyordu. Ne kadar tepki duymuştum.Açıkça kıskançlıktı hissettiğim. Kemal’e eren kadınlarda yabancı kadın gazetecilerle flört eden M. Kemal’i okuyunca o kitabı anımsadım. Ve bu kez dudaklarıma bir gülümseme yerleşti.

Ben M. Kemal gibi biriyle evlenip, yeni kurulan bir cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı eşi olan üstelik de okumuş ve kültürlü bir kadın olan Latife’nin kendi durumunun ayrıcalığını anlamamasına, bir çok sorunu , yetimi, dulu , hastası olan bu taze toplumda kendine bir işlev, bir ülkü bulamayıp basit evlilik kaprisleri yapmasına hep çok kızmışımdır. Bu kitap onun durumuna daha sıcak bakabilmemi sağladı. Latife’yi de sevebildim sonunda. Fikriye’yi ise aciz ve pasif bulurdum. Ancak onun da dayanma gücünü  farkettim bu kitapla.

Tanıtım yazısının sözünü ettiği “iki kadın arasında bir hesaplaşma”dan çok, bir anlama anlaşabilme ve hatta huzura erme  hali var anlatıda.

“Kusura bakma ama seni anlayamıyorum Fikriye. Hep ezdirmişsin kendini. Onu üzmemek , sıkboğaz etmemek için kendini hep hiçlemişsin, kişiliğini kaybetmişsin.” bile diyebiliyor bu anlatıda, bu odada Latife Fikriye2ye.

Kitabın sonunda Melike İlgün ‘ün Fikriye’ye Latife’ye ve M. Kemal’e hitaben yazdığı bölüm ise canlılık vermiş sonu belli konuya ve sonları belli, daha doğrusu belirsiz kahramanlara rağmen.
“Fikriye’yi düşününce hep “keşke” kelimesi geliyor aklıma. Sizi düşününce ise “oysa” Evet “oysa”. demiş yazar Latife’ye.

Okuyun bence konuşarak anlaşan kadınların halini tavrını dinleyin. Aynı kişiyi sevmek dışında hiç bir benzerliği olmayan iki kadının sohbetine siz de katılın.

Günlerinizin öykülerle kitaplarla ve keyifle geçmesini dilerim.






Image Hosted by ImageShack.us
Follow my blog with Bloglovin